Merhaba Halikarnas Balıkçısı
Öncelikle bu yazısını benimle ve sizlerle paylaşan sevgili Yılmaz Coşkun'a çok teşekkür ederim, kalemine sağlık Yılmaz Abi ...
Bölüm 1
MERHABA
Yılmaz COŞKUN
BU topraklarda Halikarnas Balıkçısı ya da Halikarnaslı Bir Balıkçı üzerine cümle kurulacaksa, söze “Merhaba” diyerek başlamak, bir vefa borcudur…
Çünkü o, bu dünyadan göçerken bile, Hatay’daki Merhaba Apartmanı’nda, yattığı odanın penceresine dönüp, “Sanırım ki yolcuyum. Dünyaya bir merhaba deyip gideceğim. Burnuma çiçek kokuları geliyor. Açın, açın pencereleri. Son defa görmek istiyorum güneşi. Son defa görmek istiyorum özgürlüğü. Merhaba çocuklar, merhaba dünya, merhaba…” diyecek kadar aşıktır bir merhabaya...
Ve belki de bu yüzden
Dünyanın sisini, pusunu ne temizler?
Poyraz bir,
Balıkçı’nın merhabası iki…
Demiştir Sabahattin Eyüboğlu, kadim dostunun merhabası için…
Neden Merhaba peki… Gelin Balıkçı’dan dinleyelim:
“Her şeyden önce erkekçe bir söylenişi var merhabanın…Üstelik anlamı da güzel. ‘Rahat edin. Benden size kötülük gelmez’ demektir. Sonra, aklımızı işimizden ayırmamalıyız.‘Sabah şerifleri’ mi diyeceğiz, ‘Akşam şerifleri’ mi diyeceğiz, ‘Allahaısmarladık’ mı diyeceğiz? Düşünmeye, aklımızı meşgul etmeye gerek yoktur. Bunların yerine basarım merhabayı, olur biter… Bir şey daha var. Merhaba sözcüğü, eski harflerle yazıldığı zaman yelkene benzer. Belki bunun da etkisi vardır merhabayı sevmemde…”
Sonra bir başka kaynakta Balıkçı’nın anlattığı minik bir öykü var merhaba ile ilgili: "Çoook eski zamanlarda, uzun yolda karşılaşan iki seyyah,yekdiğerine zarar vermeyi düşünmediğini, düşmanca bir niyeti olmadığını anlatmak için, yaylarını gerip,oklarını uzaklara atar ve ‘Mir heba’ yani ‘Okum boşa gitsin’ derlermiş. Zaman içinde bu söz, ‘Merhaba’ olarak girmiş konuşma dilimize…”
Yine bildiğiniz gibi, Balıkçı her söze merhaba ile başlar, merhaba ile bitirirmiş. Bu yüzden biz de Merhaba diyerek başlayalım konuşmaya…
Kimdir Halikarnas Balıkçısı?
“Bildiğimiz kadarıyla Resmo Komutanı Şakir Paşa’nın oğlu olarak 17 Nisan 1890’da Girit’te doğdu. Çocuğa annesi Sare İsmet Hanım’ın doğumdan bir gece önce düşünde gördüğü Musa
Peygamber’den ötürü, Musa, amcası Sadrazam Cevat Paşa’dan ötürü Cevat ve babası Şakir
Paşa’dan ötürü de Şakir adı verildi; Musa Cevat Şakir…
Aile Girit’te iki yıl daha kaldıktan sonra Atina’ya geçti, Faleron’a yerleşti. Derken, Musa
Cevat Şakir 5 yaşındayken aile bu kez İstanbul’a, Büyükada’ya taşındı. Küçük Cevat sanat ortamı içinde büyüdü ve özel hocalardan İngilizce dersi aldı. Robert Kolej’e hazırlık okumadan kabul edildi. Bu okulu birincilikle bitirdi, ailenin isteği üzerine Oxford Modern Çağlar Tarihi Bölümü’ne yazıldı. Dört yıl okudu burada. “Bana bu okulda öğretilenleri unutmak için dört yıl daha harcamam gerekti” der bir yazısında.
Türkiye’ye döndükten sonra Gazetecilik mesleğini seçti. Çevriler yaptı, renkli dergi kapakları, karikatürler çizdi. Matbuat Umum Müdürlüğü yapmış Zekeriya Sertel’in
çıkardığı Resimli Hafta dergisinde yayınlanan bir öykü nedeniyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve üç yıllık kalebent cezasına çarptırılarak o zamanlar adı sanı pek bilinmeyen Bodrum’a sürüldü. Bir buçuk yıl sonra sürgünün geri kalanını İstanbul’da geçireceği bildirildi. Bu süre bitince, sıcak bir yaz günü, bir çeşmeye su içmeye gider gibi Bodrum’a döndü. Oralı bir kızla evlenerek iki kız bir oğlan, üç çocuğa sahip oldu. Bu mavi şehirde yaklaşık çeyrek yüzyıl kaldı. Sonra yine çocuklarının eğitimi için İzmir’e göçtü. 13 Ekim 1973’te de aramızdan ayrıldı,Bodrum Gümbet’te toprağa verildi…”
Bu mudur Balıkçı?
Elbette değil… Koca Halikarnas Balıkçısı’nın fırtınalarla dolu yaşamını, 83 yıllık koca bir ömrü 20-25 satırda anlatmak mümkün mü? Balıkçı’nın manevi oğlu, benim de üniversiteden hocam olan Şadan
Gökovalı’nın bir harf bile teklemeden, ezbere anlattığı, benim de dizinin dibinde kelime kelime not aldığım bu kısa biyografi, belki ansiklopedik bir bilgi, dahası bir girizgah olabilir… Bu yüzden dilerseniz kısa, daha doğrusu kısaltılmış bir öyküyle başlayalım konuya:
HAPİSHANEDE İDAMA MAHKUM OLANLAR
BİLE BİLE ASILMAYA NASIL GİDERLER…
Umumi harbin sonlarına doğru bütün memleket asker kaçaklarıyla dolmuştur. Bu hale engel olmak isteyen evliya-i umur, sert tedbirlere başvururlardı. Epeyce zamandan beri hiçbir
tarafta kaçakların idamları vaki değilken birdenbire Türkiye’nin bir çok şehirlerinde “sairlerine ibret-i müessire” olsun diye bir çok kaçaklar asılırdı. Kaçaklar iş olsun diye muhakeme edilirlerdi. Fakat, müteessir olmasınlar diye olacak, harp divanları kendilerine
kararı bildirmezdi. Bunun için bu zavallılar, duruşmanın gelecek celsesini beklerken asılmaya götürülürlerdi.
Sonbahar esnasındaydı. Kunduzlu Mehmet, Karaçörenli (Karacaviranlı) Koca Yunus, Balta
Mahmut ve İşıklarlı (Aşıklarlı)Himmet bir akşam evvel muhakemelerinin gelecek celsesini beklerken hapishanede ne kadar şen ve kaygısız vakitlerini geçiriyorlardı. Öyle ya, yirmişer defa kaçanlar salıverilirken yalnız iki defa kaçmış olan kendileri mahkum edilmeyeceklerdi ya!
Lakin o günün akşamına doğru üzerlerine bir acı şüphe çöktü. Mahpusların akrabası, karıları, çocukları,arkadaşları kendilerini görmeye gelince 'kapıcı' denilen mahpuslardan biri, kimin akrabası gelmişse onu iç kapıdan 'yangın var' nidasına benzer bir eda ile ünler, yani çağırırdı. Bu akşam tekmil tutukluları müteessir eden şey bu inleyişin kesilivermesiydi. Her ne vakit bazı mahkumlar idam edilecek olsalar, idamlarından bir gün önce hapishane müdürü ziyaretçileri, mahpuslarla konuşmaktan ve görüşmekten men ederdi.
İşte dört delikanlı firarinin zihnine şüphe girmişti. Acaba içlerinden hangisi asılacaktı.
Bu bulmacayıçözebilmek için gardiyanlara dolgunca bahşiş verdiler. Öğrendiler ki darağaçları dört taneydi. İşte o zaman anladılar, asılacak olan insanlar ta kendileridir. Bu erler ertesi günü asılacaklarını anlayınca evvelemirde gidip yıkanmışlardı. Zavallı dörtler yıkandıktan sonra tekmil eşyalarını sattılar.Aldıkları paraları da tutukluların en fakirine dağıttılar. Yirmişer yaşlarında olan Yunus, Mahmut ve Himmet gece düşündüler. Birçok sigaralar içtiler. Lakin genç bünyeleri dayanamadı yahut Allah onlara acıdı da işkencelerini kısaltmak için uyku gönderdi. Velhasıl zavallılar, pencerenin yanına başlarını dayayıp uykuya daldılar.
Yalnız, Kunduzlu Mehmet pencerenin yanına oturdu. 26 yıllık hayatının mühim vakaları gözünün önünde birer geçit resmi yaptı.Seferberlik ilan edilince askere alınmıştı. Harp esnasında Çanakkale’de birkaç defa yaralanmıştı. Uzun yıllar içinde kendisi ancak köye gitmek için izin almıştı. Halbuki evlatlarını çok özledi. Bir defa uzak sınırlara doğru şimendiferle sevk edilirken tren, köylerinin ta yanı başından geçmişti. İşte yüz adım ötede köylerinin evlerini, hatta kendi evinin çatısını görüyordu. Kendisi Filistin cephesine gidiyordu. Ama, gidip de dönmemek vardı. 'Çocuklarımı bir defa göreyim' dedi. Velhasıl trenden atladı. Bu, işte bir firar vakası olmuştu.Şimdi de onun için asılacaktı.
Derken uzaktan bir zincirşakırtısı duyuldu. Bu korkunç ses, onu ve arkadaşlarını götürüp asacak olan jandarmaların yaklaştığını bildiren meşhur bir haberdi. Kunduzlu, bir anne
şefkatiyle arkadaşlarını uyandırdı. Onlar uyanınca anladılar,
“Bismillah” diyerek kalktılar. Sonra, bu dört kahraman, diğer mahpuslarla kucaklaşarak
helalleştiler. Gidip kelepçeleri, prangaları, zincirleri taktırdılar. Dik dik ve emin adımlarla yürüyerek hem hapishaneden, hem de hayattan uzaklaştılar.
****** ***** ******
Resimli Hafta dergisinin 13 Nisan 1925 tarihli sayısında Hüseyin Kenan imzasıyla yayımlanan bu hüzünlü öykü, Cevat Şakir’in sonu, Halikarnas Balıkçısı’nın başlangıçıdır dersek, abartmamış oluruz…
Başyazarlığını Mehmet Zekeriya’nın (Sertel) yaptığı derginin yayınlarından rahatsız olan dönemin iktidarı, hem yazarı, hem yayıncıyı İstiklal Mahkemesi’ne sevkeder. Cevat Şakir’i, 1914’te Afyon’daki
çiftliklerinde babasını öldürdüğü gün sorgulayan Ali Çetinkaya, (Kel Ali) mahkeme başkanıdır… Asılma korkusuyla geçen mahkeme sürecinin ardından Mehmet Zekeriya üç yıllığına Sinop’a, Cevat Şakir ise yine aynı süre için Bodrum’a sürgün edilir. Kararın üzerinden 1.5 ay geçmiştir.Mehmet Zekeriya’nın Sinop’a vardığı haberi gelmesine rağmen Cevat Şakir hala Cebeci Hapisanesi’ndedir… Derken, bir gün yola çıkacakları haberini alır ve başlı başına roman olabilecek 6 aylık bir yolculuk sonrası Bodrum’a varır…
Devamı haftaya ....
Bölüm 1
MERHABA
Yılmaz COŞKUN
BU topraklarda Halikarnas Balıkçısı ya da Halikarnaslı Bir Balıkçı üzerine cümle kurulacaksa, söze “Merhaba” diyerek başlamak, bir vefa borcudur…
Çünkü o, bu dünyadan göçerken bile, Hatay’daki Merhaba Apartmanı’nda, yattığı odanın penceresine dönüp, “Sanırım ki yolcuyum. Dünyaya bir merhaba deyip gideceğim. Burnuma çiçek kokuları geliyor. Açın, açın pencereleri. Son defa görmek istiyorum güneşi. Son defa görmek istiyorum özgürlüğü. Merhaba çocuklar, merhaba dünya, merhaba…” diyecek kadar aşıktır bir merhabaya...
Ve belki de bu yüzden
Dünyanın sisini, pusunu ne temizler?
Poyraz bir,
Balıkçı’nın merhabası iki…
Demiştir Sabahattin Eyüboğlu, kadim dostunun merhabası için…
Neden Merhaba peki… Gelin Balıkçı’dan dinleyelim:
“Her şeyden önce erkekçe bir söylenişi var merhabanın…Üstelik anlamı da güzel. ‘Rahat edin. Benden size kötülük gelmez’ demektir. Sonra, aklımızı işimizden ayırmamalıyız.‘Sabah şerifleri’ mi diyeceğiz, ‘Akşam şerifleri’ mi diyeceğiz, ‘Allahaısmarladık’ mı diyeceğiz? Düşünmeye, aklımızı meşgul etmeye gerek yoktur. Bunların yerine basarım merhabayı, olur biter… Bir şey daha var. Merhaba sözcüğü, eski harflerle yazıldığı zaman yelkene benzer. Belki bunun da etkisi vardır merhabayı sevmemde…”
Sonra bir başka kaynakta Balıkçı’nın anlattığı minik bir öykü var merhaba ile ilgili: "Çoook eski zamanlarda, uzun yolda karşılaşan iki seyyah,yekdiğerine zarar vermeyi düşünmediğini, düşmanca bir niyeti olmadığını anlatmak için, yaylarını gerip,oklarını uzaklara atar ve ‘Mir heba’ yani ‘Okum boşa gitsin’ derlermiş. Zaman içinde bu söz, ‘Merhaba’ olarak girmiş konuşma dilimize…”
Yine bildiğiniz gibi, Balıkçı her söze merhaba ile başlar, merhaba ile bitirirmiş. Bu yüzden biz de Merhaba diyerek başlayalım konuşmaya…
Kimdir Halikarnas Balıkçısı?
“Bildiğimiz kadarıyla Resmo Komutanı Şakir Paşa’nın oğlu olarak 17 Nisan 1890’da Girit’te doğdu. Çocuğa annesi Sare İsmet Hanım’ın doğumdan bir gece önce düşünde gördüğü Musa
Peygamber’den ötürü, Musa, amcası Sadrazam Cevat Paşa’dan ötürü Cevat ve babası Şakir
Paşa’dan ötürü de Şakir adı verildi; Musa Cevat Şakir…
Aile Girit’te iki yıl daha kaldıktan sonra Atina’ya geçti, Faleron’a yerleşti. Derken, Musa
Cevat Şakir 5 yaşındayken aile bu kez İstanbul’a, Büyükada’ya taşındı. Küçük Cevat sanat ortamı içinde büyüdü ve özel hocalardan İngilizce dersi aldı. Robert Kolej’e hazırlık okumadan kabul edildi. Bu okulu birincilikle bitirdi, ailenin isteği üzerine Oxford Modern Çağlar Tarihi Bölümü’ne yazıldı. Dört yıl okudu burada. “Bana bu okulda öğretilenleri unutmak için dört yıl daha harcamam gerekti” der bir yazısında.
Türkiye’ye döndükten sonra Gazetecilik mesleğini seçti. Çevriler yaptı, renkli dergi kapakları, karikatürler çizdi. Matbuat Umum Müdürlüğü yapmış Zekeriya Sertel’in
çıkardığı Resimli Hafta dergisinde yayınlanan bir öykü nedeniyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve üç yıllık kalebent cezasına çarptırılarak o zamanlar adı sanı pek bilinmeyen Bodrum’a sürüldü. Bir buçuk yıl sonra sürgünün geri kalanını İstanbul’da geçireceği bildirildi. Bu süre bitince, sıcak bir yaz günü, bir çeşmeye su içmeye gider gibi Bodrum’a döndü. Oralı bir kızla evlenerek iki kız bir oğlan, üç çocuğa sahip oldu. Bu mavi şehirde yaklaşık çeyrek yüzyıl kaldı. Sonra yine çocuklarının eğitimi için İzmir’e göçtü. 13 Ekim 1973’te de aramızdan ayrıldı,Bodrum Gümbet’te toprağa verildi…”
Bu mudur Balıkçı?
Elbette değil… Koca Halikarnas Balıkçısı’nın fırtınalarla dolu yaşamını, 83 yıllık koca bir ömrü 20-25 satırda anlatmak mümkün mü? Balıkçı’nın manevi oğlu, benim de üniversiteden hocam olan Şadan
Gökovalı’nın bir harf bile teklemeden, ezbere anlattığı, benim de dizinin dibinde kelime kelime not aldığım bu kısa biyografi, belki ansiklopedik bir bilgi, dahası bir girizgah olabilir… Bu yüzden dilerseniz kısa, daha doğrusu kısaltılmış bir öyküyle başlayalım konuya:
HAPİSHANEDE İDAMA MAHKUM OLANLAR
BİLE BİLE ASILMAYA NASIL GİDERLER…
Umumi harbin sonlarına doğru bütün memleket asker kaçaklarıyla dolmuştur. Bu hale engel olmak isteyen evliya-i umur, sert tedbirlere başvururlardı. Epeyce zamandan beri hiçbir
tarafta kaçakların idamları vaki değilken birdenbire Türkiye’nin bir çok şehirlerinde “sairlerine ibret-i müessire” olsun diye bir çok kaçaklar asılırdı. Kaçaklar iş olsun diye muhakeme edilirlerdi. Fakat, müteessir olmasınlar diye olacak, harp divanları kendilerine
kararı bildirmezdi. Bunun için bu zavallılar, duruşmanın gelecek celsesini beklerken asılmaya götürülürlerdi.
Sonbahar esnasındaydı. Kunduzlu Mehmet, Karaçörenli (Karacaviranlı) Koca Yunus, Balta
Mahmut ve İşıklarlı (Aşıklarlı)Himmet bir akşam evvel muhakemelerinin gelecek celsesini beklerken hapishanede ne kadar şen ve kaygısız vakitlerini geçiriyorlardı. Öyle ya, yirmişer defa kaçanlar salıverilirken yalnız iki defa kaçmış olan kendileri mahkum edilmeyeceklerdi ya!
Lakin o günün akşamına doğru üzerlerine bir acı şüphe çöktü. Mahpusların akrabası, karıları, çocukları,arkadaşları kendilerini görmeye gelince 'kapıcı' denilen mahpuslardan biri, kimin akrabası gelmişse onu iç kapıdan 'yangın var' nidasına benzer bir eda ile ünler, yani çağırırdı. Bu akşam tekmil tutukluları müteessir eden şey bu inleyişin kesilivermesiydi. Her ne vakit bazı mahkumlar idam edilecek olsalar, idamlarından bir gün önce hapishane müdürü ziyaretçileri, mahpuslarla konuşmaktan ve görüşmekten men ederdi.
İşte dört delikanlı firarinin zihnine şüphe girmişti. Acaba içlerinden hangisi asılacaktı.
Bu bulmacayıçözebilmek için gardiyanlara dolgunca bahşiş verdiler. Öğrendiler ki darağaçları dört taneydi. İşte o zaman anladılar, asılacak olan insanlar ta kendileridir. Bu erler ertesi günü asılacaklarını anlayınca evvelemirde gidip yıkanmışlardı. Zavallı dörtler yıkandıktan sonra tekmil eşyalarını sattılar.Aldıkları paraları da tutukluların en fakirine dağıttılar. Yirmişer yaşlarında olan Yunus, Mahmut ve Himmet gece düşündüler. Birçok sigaralar içtiler. Lakin genç bünyeleri dayanamadı yahut Allah onlara acıdı da işkencelerini kısaltmak için uyku gönderdi. Velhasıl zavallılar, pencerenin yanına başlarını dayayıp uykuya daldılar.
Yalnız, Kunduzlu Mehmet pencerenin yanına oturdu. 26 yıllık hayatının mühim vakaları gözünün önünde birer geçit resmi yaptı.Seferberlik ilan edilince askere alınmıştı. Harp esnasında Çanakkale’de birkaç defa yaralanmıştı. Uzun yıllar içinde kendisi ancak köye gitmek için izin almıştı. Halbuki evlatlarını çok özledi. Bir defa uzak sınırlara doğru şimendiferle sevk edilirken tren, köylerinin ta yanı başından geçmişti. İşte yüz adım ötede köylerinin evlerini, hatta kendi evinin çatısını görüyordu. Kendisi Filistin cephesine gidiyordu. Ama, gidip de dönmemek vardı. 'Çocuklarımı bir defa göreyim' dedi. Velhasıl trenden atladı. Bu, işte bir firar vakası olmuştu.Şimdi de onun için asılacaktı.
Derken uzaktan bir zincirşakırtısı duyuldu. Bu korkunç ses, onu ve arkadaşlarını götürüp asacak olan jandarmaların yaklaştığını bildiren meşhur bir haberdi. Kunduzlu, bir anne
şefkatiyle arkadaşlarını uyandırdı. Onlar uyanınca anladılar,
“Bismillah” diyerek kalktılar. Sonra, bu dört kahraman, diğer mahpuslarla kucaklaşarak
helalleştiler. Gidip kelepçeleri, prangaları, zincirleri taktırdılar. Dik dik ve emin adımlarla yürüyerek hem hapishaneden, hem de hayattan uzaklaştılar.
****** ***** ******
Resimli Hafta dergisinin 13 Nisan 1925 tarihli sayısında Hüseyin Kenan imzasıyla yayımlanan bu hüzünlü öykü, Cevat Şakir’in sonu, Halikarnas Balıkçısı’nın başlangıçıdır dersek, abartmamış oluruz…
Başyazarlığını Mehmet Zekeriya’nın (Sertel) yaptığı derginin yayınlarından rahatsız olan dönemin iktidarı, hem yazarı, hem yayıncıyı İstiklal Mahkemesi’ne sevkeder. Cevat Şakir’i, 1914’te Afyon’daki
çiftliklerinde babasını öldürdüğü gün sorgulayan Ali Çetinkaya, (Kel Ali) mahkeme başkanıdır… Asılma korkusuyla geçen mahkeme sürecinin ardından Mehmet Zekeriya üç yıllığına Sinop’a, Cevat Şakir ise yine aynı süre için Bodrum’a sürgün edilir. Kararın üzerinden 1.5 ay geçmiştir.Mehmet Zekeriya’nın Sinop’a vardığı haberi gelmesine rağmen Cevat Şakir hala Cebeci Hapisanesi’ndedir… Derken, bir gün yola çıkacakları haberini alır ve başlı başına roman olabilecek 6 aylık bir yolculuk sonrası Bodrum’a varır…
Devamı haftaya ....
Bölüm 2
Geleneği bozmayalım ve Balıkçı’yı anlatan her yazıda yer alan Bodrum’la tanışma anını, onun kaleminden aktaralım:
“Eh, nihayet yokuşun tepesine gelmiştik. Yolcular ‘Neredeyse Bodrum görünecek’ dediler. Yüreğim çarpıyor. Kaç aydır buraya gelmeye uğraşıyordum yahu… Tepedeki bir dönemeci dönünce ‘ŞIRRAK-GUURRR’ diye Arşipel’in koyu çividisi, ölçülmez açıklıklara kadar yayılıverdi. Durduğum tepeden sonsuzluğu seyreder gibiydim. Bakış ufuklarıbelirledikçe adalar, sonra kıyıların denizle sarılıp sarmalaşmış kalabalık burunları ve koyları. Bunların ortasında hilal şeklinde iki liman, ortada da kaleyi taşıyan yarımada.
Kaymakam’ın yardımıyla bulduğu deniz kıyısındaki evin aylık kirasının 25 lira olduğunu zannedip sevinen, 25 kuruş olduğunu duyunca utanıp 6 aylığını peşin ödeyen Cevat Şakir, sokak kapısından avluya girip denize çıkan kapıyı açtığında yeni bir dünyanın ışığını yakalar. Doğanın kucağında, kutu gibi bir evde, denizin, kumun, gökyüzünün tanıklığında gerçekleşen bu anı Cevat Şakir şöyle anlatır:
“Çocukluktan beri ile defa çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak kapıya diz üstü düştüm. Parmaklarımı yosunlara, kumlara daldırdım. Güzel dünyanın kumlarını, deniz çakıllarını,
yosunlarını sanki inci, pırlantaymışlar gibi yüzüme gözüme sürdüm. Düz üstü düşmek bir çeşit fırlamak, havalanmaktır. Babıali yokuşunun boyunduruğuna vurulmuş olan Cevat, boş bir kalıp olarak yerde yığılı dururken, onun ortasında Halikarnas Balıkçısı irkilip, dikilmeye koyuluyordu. Yerde bir kalıp kalıyordu. Onun içinden başka bir insan kalkıyordu.”
Evet... Bir cinayet, 2 evlilik, 7 yıl hapis, 3 yıllık sürgün mahkumiyeti sığıdırdığı 30’lu yaşlarının ortalarına dek fırtınalı bir yaşam sürdüren Cevat Şakir, Halikarnas Balıkçısı kimliği ile bambaşka bir insan olarak Bodrum’da yeniden dünyaya gelir. Hayatının kalan 40 küsür yılında çok şey yapar Bodrum ve Bodrumlular için. 1,5 yıllık kalebentliğin ardından (iyi halden ötürü) kalan 1.5 yıllık cezasını çekmek üzere çağrıldığı İstanbul’da Bodrum’a döneceği günü iple çeker. Bu süreçte çevrilerden kazandığı paranın tümünü tarım kitaplarına yatırır. Yurt dışından, birinde bulamadığını bir diğerinde bulabileceğini düşünerek üç farklı dilden tarım ansiklopedileri getirtir. Özellikle Güney ikliminde nasıl daha iyi tarım yapabileceğini öğrenebilmek için gece gündüz bu kitapları okur. Balık avıiçin olta ve zıpkın koleksiyonu yapar. Biri dört, diğeri iki bin kulaç uzunluğunda pareketeler hazırlar. Sünger avı için özel aparatlar tasarlar.Mısır Çarşısı’ndan onlarca değişik tohum alır. Büyükada’da (Troçki’nin oturduğunu sonradan öğrendiği) bir evin bahçesinden “sakallı palmiye” tohumu toplarken karakolluk olur.
“Oralar zaten cennet. Ama ben oraları on kat daha cennet yapmazsam, adam değilim” diyordu kendi kendine.
Dediği gibi de yapar… Ona göre bir fidanı yarım saat önce dikmek, hayattan yarım saat kazanmaktır. Böylelikle fidanın büyüdüğünü dünya gözüyle yarım saat fazla görecektir. İstanbul’dan banknot olarak Sterlin, Frank getirtir, bunlarla Paris’e, Londra’ya, Sicilya’ya fidan ya da tohum sipariş eder. Bitmek tükenmek bilmez bir aşkla, Bodrum’un her sokağına, her caddesine, boşluk gördüğü, kıraç gördüğü her noktasına çiçek diker, ağaç diker. Şehrin her yerini begonvillere, pasifloralarla bezer. Mandalin cenneti olarak bilinen Bodrum’da o dönemde köyler de dahil olmak üzere topu topu 700-800 mandalin ağacı
varken, 18 cins turunçgil getirtir. Turunçgiller üzerine 300 sayfalık kitap yazar. Her biri 2000-3000 ağaçlı yüzlerce bahçe yaratır. Kendisine ait bir tek mandalin ağacıolmayan Halikarnas Balıkçısı, bir karış toprak gördüğü minicik bir bahçeye bile mandalin diker. Öyle ki Bodrum’dan ayrıldıktan sonra bile ağacın,
tohumun, yeşilin peşni bırakmaz. Hamamın önündeki ağaçların kesildiğini duyunca Haluk Elbe’ye, “Duydum ki hamamın önündeki ağaçları kesmişler. Sen onların tohumlarını toplamış mıydın? Merhaba” diye telgraf çeker. Ya da bir başka gece yine Haluk Elbe’ye telefon açıp, “Radyo
don olacağını söylüyor. Tohumları örttün mü? Merhaba”diye uyarır.
Sadece yeşiliyle değil, mavisiyle de ilgilenir Bodrum'un. Türkiye'yi, Güney Ege'yi hatta Akdeniz'i dünyaya tanıtan mavi yolculuklar düzenler. İsim babası Sabahattin Eyüboğlu olan ilk Mavi Yolculuk’u yaptığında tarih 1945’tir. Yörede turizmin temellerini atar, hem de bir daha yıkılmamacasına.
Savaş sonrasının Bodrum'unda yaşamak kolay değildir. Her şey ateş pahasıdır. Parasızlıktan ayaklarına ayakkabı alamaz haldedir Koca Balıkçı. Sonra çocukların okul derdi vardır Gayrı ayrılma vakti gelmiştir Bodrum'dan. Rota İzmir'dir artık. Dönüşün öyküsü de bir Halikarnas Balıçısı klasiğidir. Onun ağzından
dinleyelim:
“Yatağan'ı satmıştım, evi de. Kayığı satın alan adam onun direk ve seren bütün armasını eve taşımış, tekne karaya dayalıyatıyordu. Tabuta benziyordu. Gece, pruvasına sarıldım, öptüm. Pruva benimle milyonlarca dalgalar yarıp geçmişti. Ayrılış günü geldi. Sabahtı. İngiliz komutanı bir kamyonu emrime verdi. Ama yolculuk etmek isteyenlerin hepsini aldım. Kamyon, diktiğim ağaçların arasından geçti, Yokuşbaşı'na vardı. 25-27 yıl önce jandarma muhafazasında oradan ilk kez Bodrum ve Arşipel'i görmüştüm. Yine baktım. Çocuklar büyüdükleri evin damını görünce ağladılar. Dönemeci döndük, artık ne Bodrum görünüyordu, ne de Arşipel. İşte o kadar!”
Bu son derece dokunaklı vedanın dışında, 1982 tarihli Dönemeç dergisinde okuduğum Mustafa Yeşilova imzalı bir yazının final bölümü de aktarmak istiyorum sizlere. Sanıyorum Balıkçı'nın kişiliği ancak bu kadar güzel anlatılabilir:
“Onun tanrısı gökyüzünde, Mekke’de, tekkede dolaşmaz… Peygamberlerin ceplerinde, azizlerin evlerinde yaşamaz... Yüreğiyle doğa arasında, çiçeklerden yapılmış bir geminin rüzgarla olan sevgisinde yaşar. Kalebentliğe mahkum edilişinin yanında bir de yoksulluğa mahkum edildiği yıllarda, sonunu düşünmeyecek kadar iyi yürekli oluşu, fakirliğini gururunun üzerine çıkarmayışı, insanlığını namerde kurban etmeyişi, doğayla iç içe oluşundandır. Bodrum’u terk ederken, Yokuşbaşı’ndan Bodrum’a son kez bakarken, ayağında telle tutturulmuş yırtık postallar, omzunda çocuğu vardır. Yüreğindeki yara izlerinde ise ülkemizdeki yazarların, çizerlerin kader çizgileri vardır. Ama o tüm bunlara
karşın dikenli yollarda dimdik yürümesini bilmiştir.”
“Eh, nihayet yokuşun tepesine gelmiştik. Yolcular ‘Neredeyse Bodrum görünecek’ dediler. Yüreğim çarpıyor. Kaç aydır buraya gelmeye uğraşıyordum yahu… Tepedeki bir dönemeci dönünce ‘ŞIRRAK-GUURRR’ diye Arşipel’in koyu çividisi, ölçülmez açıklıklara kadar yayılıverdi. Durduğum tepeden sonsuzluğu seyreder gibiydim. Bakış ufuklarıbelirledikçe adalar, sonra kıyıların denizle sarılıp sarmalaşmış kalabalık burunları ve koyları. Bunların ortasında hilal şeklinde iki liman, ortada da kaleyi taşıyan yarımada.
Kaymakam’ın yardımıyla bulduğu deniz kıyısındaki evin aylık kirasının 25 lira olduğunu zannedip sevinen, 25 kuruş olduğunu duyunca utanıp 6 aylığını peşin ödeyen Cevat Şakir, sokak kapısından avluya girip denize çıkan kapıyı açtığında yeni bir dünyanın ışığını yakalar. Doğanın kucağında, kutu gibi bir evde, denizin, kumun, gökyüzünün tanıklığında gerçekleşen bu anı Cevat Şakir şöyle anlatır:
“Çocukluktan beri ile defa çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak kapıya diz üstü düştüm. Parmaklarımı yosunlara, kumlara daldırdım. Güzel dünyanın kumlarını, deniz çakıllarını,
yosunlarını sanki inci, pırlantaymışlar gibi yüzüme gözüme sürdüm. Düz üstü düşmek bir çeşit fırlamak, havalanmaktır. Babıali yokuşunun boyunduruğuna vurulmuş olan Cevat, boş bir kalıp olarak yerde yığılı dururken, onun ortasında Halikarnas Balıkçısı irkilip, dikilmeye koyuluyordu. Yerde bir kalıp kalıyordu. Onun içinden başka bir insan kalkıyordu.”
Evet... Bir cinayet, 2 evlilik, 7 yıl hapis, 3 yıllık sürgün mahkumiyeti sığıdırdığı 30’lu yaşlarının ortalarına dek fırtınalı bir yaşam sürdüren Cevat Şakir, Halikarnas Balıkçısı kimliği ile bambaşka bir insan olarak Bodrum’da yeniden dünyaya gelir. Hayatının kalan 40 küsür yılında çok şey yapar Bodrum ve Bodrumlular için. 1,5 yıllık kalebentliğin ardından (iyi halden ötürü) kalan 1.5 yıllık cezasını çekmek üzere çağrıldığı İstanbul’da Bodrum’a döneceği günü iple çeker. Bu süreçte çevrilerden kazandığı paranın tümünü tarım kitaplarına yatırır. Yurt dışından, birinde bulamadığını bir diğerinde bulabileceğini düşünerek üç farklı dilden tarım ansiklopedileri getirtir. Özellikle Güney ikliminde nasıl daha iyi tarım yapabileceğini öğrenebilmek için gece gündüz bu kitapları okur. Balık avıiçin olta ve zıpkın koleksiyonu yapar. Biri dört, diğeri iki bin kulaç uzunluğunda pareketeler hazırlar. Sünger avı için özel aparatlar tasarlar.Mısır Çarşısı’ndan onlarca değişik tohum alır. Büyükada’da (Troçki’nin oturduğunu sonradan öğrendiği) bir evin bahçesinden “sakallı palmiye” tohumu toplarken karakolluk olur.
“Oralar zaten cennet. Ama ben oraları on kat daha cennet yapmazsam, adam değilim” diyordu kendi kendine.
Dediği gibi de yapar… Ona göre bir fidanı yarım saat önce dikmek, hayattan yarım saat kazanmaktır. Böylelikle fidanın büyüdüğünü dünya gözüyle yarım saat fazla görecektir. İstanbul’dan banknot olarak Sterlin, Frank getirtir, bunlarla Paris’e, Londra’ya, Sicilya’ya fidan ya da tohum sipariş eder. Bitmek tükenmek bilmez bir aşkla, Bodrum’un her sokağına, her caddesine, boşluk gördüğü, kıraç gördüğü her noktasına çiçek diker, ağaç diker. Şehrin her yerini begonvillere, pasifloralarla bezer. Mandalin cenneti olarak bilinen Bodrum’da o dönemde köyler de dahil olmak üzere topu topu 700-800 mandalin ağacı
varken, 18 cins turunçgil getirtir. Turunçgiller üzerine 300 sayfalık kitap yazar. Her biri 2000-3000 ağaçlı yüzlerce bahçe yaratır. Kendisine ait bir tek mandalin ağacıolmayan Halikarnas Balıkçısı, bir karış toprak gördüğü minicik bir bahçeye bile mandalin diker. Öyle ki Bodrum’dan ayrıldıktan sonra bile ağacın,
tohumun, yeşilin peşni bırakmaz. Hamamın önündeki ağaçların kesildiğini duyunca Haluk Elbe’ye, “Duydum ki hamamın önündeki ağaçları kesmişler. Sen onların tohumlarını toplamış mıydın? Merhaba” diye telgraf çeker. Ya da bir başka gece yine Haluk Elbe’ye telefon açıp, “Radyo
don olacağını söylüyor. Tohumları örttün mü? Merhaba”diye uyarır.
Sadece yeşiliyle değil, mavisiyle de ilgilenir Bodrum'un. Türkiye'yi, Güney Ege'yi hatta Akdeniz'i dünyaya tanıtan mavi yolculuklar düzenler. İsim babası Sabahattin Eyüboğlu olan ilk Mavi Yolculuk’u yaptığında tarih 1945’tir. Yörede turizmin temellerini atar, hem de bir daha yıkılmamacasına.
Savaş sonrasının Bodrum'unda yaşamak kolay değildir. Her şey ateş pahasıdır. Parasızlıktan ayaklarına ayakkabı alamaz haldedir Koca Balıkçı. Sonra çocukların okul derdi vardır Gayrı ayrılma vakti gelmiştir Bodrum'dan. Rota İzmir'dir artık. Dönüşün öyküsü de bir Halikarnas Balıçısı klasiğidir. Onun ağzından
dinleyelim:
“Yatağan'ı satmıştım, evi de. Kayığı satın alan adam onun direk ve seren bütün armasını eve taşımış, tekne karaya dayalıyatıyordu. Tabuta benziyordu. Gece, pruvasına sarıldım, öptüm. Pruva benimle milyonlarca dalgalar yarıp geçmişti. Ayrılış günü geldi. Sabahtı. İngiliz komutanı bir kamyonu emrime verdi. Ama yolculuk etmek isteyenlerin hepsini aldım. Kamyon, diktiğim ağaçların arasından geçti, Yokuşbaşı'na vardı. 25-27 yıl önce jandarma muhafazasında oradan ilk kez Bodrum ve Arşipel'i görmüştüm. Yine baktım. Çocuklar büyüdükleri evin damını görünce ağladılar. Dönemeci döndük, artık ne Bodrum görünüyordu, ne de Arşipel. İşte o kadar!”
Bu son derece dokunaklı vedanın dışında, 1982 tarihli Dönemeç dergisinde okuduğum Mustafa Yeşilova imzalı bir yazının final bölümü de aktarmak istiyorum sizlere. Sanıyorum Balıkçı'nın kişiliği ancak bu kadar güzel anlatılabilir:
“Onun tanrısı gökyüzünde, Mekke’de, tekkede dolaşmaz… Peygamberlerin ceplerinde, azizlerin evlerinde yaşamaz... Yüreğiyle doğa arasında, çiçeklerden yapılmış bir geminin rüzgarla olan sevgisinde yaşar. Kalebentliğe mahkum edilişinin yanında bir de yoksulluğa mahkum edildiği yıllarda, sonunu düşünmeyecek kadar iyi yürekli oluşu, fakirliğini gururunun üzerine çıkarmayışı, insanlığını namerde kurban etmeyişi, doğayla iç içe oluşundandır. Bodrum’u terk ederken, Yokuşbaşı’ndan Bodrum’a son kez bakarken, ayağında telle tutturulmuş yırtık postallar, omzunda çocuğu vardır. Yüreğindeki yara izlerinde ise ülkemizdeki yazarların, çizerlerin kader çizgileri vardır. Ama o tüm bunlara
karşın dikenli yollarda dimdik yürümesini bilmiştir.”
Bölüm 3 - Son
Yıl 1945'tir... İzmir'de yeni bir hayat başlar Kabaağaçlı Ailesi için. Kısa
bir süre Bornova, ardından Göztepe sırtları, Hatay Caddesi... Önce Anadolu, sonra Demokrat İzmir'de yazarlık, Milli Eğitim Bakanlığı'na çevirmenlik...
Para kah var, kah yoktur. Maaş alınmadığı günlerde aile tüm öğünlerde çay-ekmek yemektedir. Evde elektrik yoktur. Gaz lambası kullanılmakta, karneye bağlı olan gaz için Koca Balıkçı, elinde şişe, muhtarın peşinde koşmaktadır. Gaz alamadığı bir günün akşamında meyhanede küfrü basınca, “Devletin manevi şahsiyetine hakaretten” kimi kaynaklara göre 3-4, kimilerine göre 9 ay hapis yatar. Tahliye olduğu son duruşmada İstanbul Üniversitesi'nden gelen bir grup öğrenci, “Aganta Burina Burinata” sloganlarıyla destek verir Balıkçı'ya.
İzmir-Bodrum-İstanbul üçgeninde yıllar yılları kovalar, çocuklar evlenir, torunlar doğar, Hatay Caddesi'ndeki ev yıkılır, yerine tüm aileyi kucaklayan Merhaba Apartmanı inşa edilir. Yazarlık, rehberlik, radyoculukla akıp geçen hayat, 13 Ekim 1973'te, saat 15.15'te son bulur. Elbette gideceği yer Bodrum'dur. 22 Eylül 1971'te manevi oğlu Şadan Gökovalı’ya vasiyetini bildirmiştir zaten… Pek çok kaynakta farklı yer almasına rağmen, Gökovalı, “Balıkçı'nın dünya yılları” başlıklı yazısında vasiyeti kelimesi kelimesine şöyle aktarır:
"Yazacağım bunları, ama belki yazamadan giderim. Sana şimdiden söylemiş olayım. Bodrum’a gömülmek istiyorum. Bittabi orayı çok sevdim. Hayli hizmetim de geçti. Belediyeye de yazmak istiyorum ama sana söyleyeyim daha iyi. Mindos kapısı tarafında bir yere gömsünler beni, yanımda Hatice’ye de bir yer ayırsınlar. Sakın mermer, beton filan istemem ha... Bir taş bulun, uzunca bir taş, yazısız. Onu dikin mezarımın başına. Falanca oğlu filancaymış, şu tarihte doğup şu tarihte ölmüşüm. Katiyen yazı istemiyorum, basit bir taş. Eh bizim tekne su almaya başladı. Şatafatı da sevmem, tepelere, deniz gören yerlere gömülmem şart değil. Nasıl olsa yattığım yerden denizi seyredemem, denizi ruhumda yaşatıyor gönül gözüyle her zaman görüyorum. Öldükten sonra ben kendime değil, toprağa, doğaya lazımım. Galiba ruhun yaşaması da bu…”
Ne acıdır ki, İzmir Belediyesi bir cenaze arabasını çok görür Kabaağaçlı Ailesi’ne. Ballıkuyu-Konak hattından bir minibüs kiralanır, koltukları sökülür, torunu Aliye Noonan'ın isteği üzerine tabut mavi atlas bir örtüye sarılır ve Bodrum'dan gelen onlarca aracın oluşturduğu konvoy eşliğinde Balıkçı gerçek evine yola çıkar. Kızı İsmet Noonan, “Anılar Akın Akın” kitabında cenaze törenini şöyle anlatır:
“15 Ekim Pazartesi günü İzmir'den yola çıktık. Bizi şaşırtan, kavşaklarda cenazeyi bekleyen araçların çokluğuydu. Yokuşbaşı'na geldiğimizde kalabalık artık yola sığmıyordu. Burada babam Bodrum Belediyesi'nin cenaze arabasına alındı. Başlarında beyaz kasketler olan kaptanlar sıra olmuş, selam durmuşlardı. Cevat Şakir Caddesi'ne girdiğimizde, aman Allah'ım, binlerce insan yollara dökülmüş, Bodrumlular caddenin iki yanını sıralanmıştı. Öğrenciler, ellerinde babamın çiçeklerinden yaptıkları demetleri cenaze arabasına atıyorlardı. Sonra Cumhuriyet Caddesi'ne girdik. Kumbahçe Mahallesi'nde çocukluğumuzun geçtiği evin önünde durduk. Ardından şimdiki Halikarnas Disko'nun önünde bekleyen Halikarnaslım isimli tekneye alındı babam.
Denizde gezdirildikten sonra kalenin öbür yanındaki limana getirildi. Limanda dönemin Emniyet Müdürü Şerif lakaplı Mustafa Yeşilova'nın gür sesi duyuldu:
YALNIZ DENİZCİLER GELSİN… Babamın çok sevdiği yalın deniz insanları cenazeyi aldılar. Meydanda hazırlanmış podyuma koydular. Konuşmalar yapıldı, şiirler okundu. Çarşıdaki dükkanlar kapanmış, sadece yolu kaplayan bir insan seli vardı. Ben babamın bu insan selinden yukarı doğru uzanan eller üzerinde, bir elden diğerine kaydırılarak uçarcasına geçip gittiğini gördüm. Cenaze namazı Hükümet Camii'nde kılındıktan sonra arabalara binildi, babamın naaşı yine eller üzerinde Türbe Tepesi'ne götürüldü, kendi seçtiği yere gömüldü.”
Bir gazetecilik klasiğidir, “Ardından ne dediler?” bölümü… 83 yıllık ömrüne 6 roman, 12 öykü, 9 deneme, 7 çocuk kitabı, İngilizce 5 turizm-tanıtım kitabı, 2 roman çevirisi ve 10-15 bin sayfa çeşitli çevriler sığdıran Balıkçı için kimileri yaşarken, kimileri ölümünden sonra neler demiş bir bakalım dilerseniz:
- Anadolu gibi Yurdun, Balıkçı gibi dostun olsun… Azra ERHAT
- Ne mutlu Balıkçı’ya ki Anadolu’su; ne mutlu Anadolu’ya ki Balıkçısı var… Şadan GÖKOVALI
- Halikarnas Balıkçısı’nı okuyalı beri bende adet oldu: Her denizli kasaba için, içine deniz fenerlerinin, fener bekçilerinin, fukara ama namuslu balıkçıların karıştıkları hikayeler düzüyorum… Atilla İLHAN
- Bir kaç bin yıl önceden çağımıza kadar dev adımlarıyla gelmiş sandırıyor kendini insana… Orhan KEMAL
- Bizden Nobel’e aday düşünülünce, Halikarnas Balıkçısı ilk geliyor aklıma… Yaşar KEMAL
- Bence Cevat Şakir, gün geçtikçe önemi daha iyi anlaşılacak az bulunur yazarlardan biridir. Sabahattin Kudret AKSAL
-Bir yaşama ustasıydın / Eyy oğlu ırmakların, uğuldayan ormanların… İlhan BERK
- Cevat Şakir büyük şairdir… Hiç birimiz onun ayarında klasik manasıyla lirik anlayışla şair olamadık… Nazım HİKMET
Yaz yaz bitmiyor… Kolay değil, Halikarnas Balıkçısı bu. Ama söz uzadı. Daha fazla sıkmadan, Balıkçı’nın gerçek dostlarından, yani sahici bir balıkçıdan, Hasan Erdoğan Kaptan’dan bir anıyla noktayı koyalım:
“Fakir balıkçıları korumaya çalışırdı. Recep, Mustafa, Ali’nin ailelerine gizlice geçimlikler gönderirdi. Şimdi çok üzülüyorum... Neden dersen, ‘Sürgün’ dediler, ‘Sakıncalı’ dediler, ondan bizi kaçırdılar. Ahh bey! Ektiklerini yolduk, diktiklerini söktük. Onu geç anladık ama çok sevdik, çok. İtilip kakıldığımız yıllarda ekmeğimizi, unumuzu çaldılar. Ona gittik. ‘Tek yol Ankara.
Çekin Atatürk’e bir tel’ dedi. Biz kim, tel çekmek kim. Gene ona geldik, durumu anlattık. Yazdı, teli çektirdi. Aradan bir hafta geçti. Kaymakam topladı bizi. Cevat Bey’e çok kızmış. Suça itermiş, huzuru kaçırırmış, bilmem ne yaparmış. Bağırdı, çağırdı, sonra da Cevat Bey’e, ‘Seni ayaklarımın altında ezerim’ dedi. Sakin duran Balıkçı birden dikleşti. ‘Bre beni İstanbul’da koca koca tramvaylar çığnayamadı. Şimdi burada bir eşek mi çığnayacak?’ dedi. Çarptı kapıyı, çıktı,
gitti. Arkasından biz de çıktık... Bodrum’u terk ettiğinde sanki öksüz kalmıştık bey…”
bir süre Bornova, ardından Göztepe sırtları, Hatay Caddesi... Önce Anadolu, sonra Demokrat İzmir'de yazarlık, Milli Eğitim Bakanlığı'na çevirmenlik...
Para kah var, kah yoktur. Maaş alınmadığı günlerde aile tüm öğünlerde çay-ekmek yemektedir. Evde elektrik yoktur. Gaz lambası kullanılmakta, karneye bağlı olan gaz için Koca Balıkçı, elinde şişe, muhtarın peşinde koşmaktadır. Gaz alamadığı bir günün akşamında meyhanede küfrü basınca, “Devletin manevi şahsiyetine hakaretten” kimi kaynaklara göre 3-4, kimilerine göre 9 ay hapis yatar. Tahliye olduğu son duruşmada İstanbul Üniversitesi'nden gelen bir grup öğrenci, “Aganta Burina Burinata” sloganlarıyla destek verir Balıkçı'ya.
İzmir-Bodrum-İstanbul üçgeninde yıllar yılları kovalar, çocuklar evlenir, torunlar doğar, Hatay Caddesi'ndeki ev yıkılır, yerine tüm aileyi kucaklayan Merhaba Apartmanı inşa edilir. Yazarlık, rehberlik, radyoculukla akıp geçen hayat, 13 Ekim 1973'te, saat 15.15'te son bulur. Elbette gideceği yer Bodrum'dur. 22 Eylül 1971'te manevi oğlu Şadan Gökovalı’ya vasiyetini bildirmiştir zaten… Pek çok kaynakta farklı yer almasına rağmen, Gökovalı, “Balıkçı'nın dünya yılları” başlıklı yazısında vasiyeti kelimesi kelimesine şöyle aktarır:
"Yazacağım bunları, ama belki yazamadan giderim. Sana şimdiden söylemiş olayım. Bodrum’a gömülmek istiyorum. Bittabi orayı çok sevdim. Hayli hizmetim de geçti. Belediyeye de yazmak istiyorum ama sana söyleyeyim daha iyi. Mindos kapısı tarafında bir yere gömsünler beni, yanımda Hatice’ye de bir yer ayırsınlar. Sakın mermer, beton filan istemem ha... Bir taş bulun, uzunca bir taş, yazısız. Onu dikin mezarımın başına. Falanca oğlu filancaymış, şu tarihte doğup şu tarihte ölmüşüm. Katiyen yazı istemiyorum, basit bir taş. Eh bizim tekne su almaya başladı. Şatafatı da sevmem, tepelere, deniz gören yerlere gömülmem şart değil. Nasıl olsa yattığım yerden denizi seyredemem, denizi ruhumda yaşatıyor gönül gözüyle her zaman görüyorum. Öldükten sonra ben kendime değil, toprağa, doğaya lazımım. Galiba ruhun yaşaması da bu…”
Ne acıdır ki, İzmir Belediyesi bir cenaze arabasını çok görür Kabaağaçlı Ailesi’ne. Ballıkuyu-Konak hattından bir minibüs kiralanır, koltukları sökülür, torunu Aliye Noonan'ın isteği üzerine tabut mavi atlas bir örtüye sarılır ve Bodrum'dan gelen onlarca aracın oluşturduğu konvoy eşliğinde Balıkçı gerçek evine yola çıkar. Kızı İsmet Noonan, “Anılar Akın Akın” kitabında cenaze törenini şöyle anlatır:
“15 Ekim Pazartesi günü İzmir'den yola çıktık. Bizi şaşırtan, kavşaklarda cenazeyi bekleyen araçların çokluğuydu. Yokuşbaşı'na geldiğimizde kalabalık artık yola sığmıyordu. Burada babam Bodrum Belediyesi'nin cenaze arabasına alındı. Başlarında beyaz kasketler olan kaptanlar sıra olmuş, selam durmuşlardı. Cevat Şakir Caddesi'ne girdiğimizde, aman Allah'ım, binlerce insan yollara dökülmüş, Bodrumlular caddenin iki yanını sıralanmıştı. Öğrenciler, ellerinde babamın çiçeklerinden yaptıkları demetleri cenaze arabasına atıyorlardı. Sonra Cumhuriyet Caddesi'ne girdik. Kumbahçe Mahallesi'nde çocukluğumuzun geçtiği evin önünde durduk. Ardından şimdiki Halikarnas Disko'nun önünde bekleyen Halikarnaslım isimli tekneye alındı babam.
Denizde gezdirildikten sonra kalenin öbür yanındaki limana getirildi. Limanda dönemin Emniyet Müdürü Şerif lakaplı Mustafa Yeşilova'nın gür sesi duyuldu:
YALNIZ DENİZCİLER GELSİN… Babamın çok sevdiği yalın deniz insanları cenazeyi aldılar. Meydanda hazırlanmış podyuma koydular. Konuşmalar yapıldı, şiirler okundu. Çarşıdaki dükkanlar kapanmış, sadece yolu kaplayan bir insan seli vardı. Ben babamın bu insan selinden yukarı doğru uzanan eller üzerinde, bir elden diğerine kaydırılarak uçarcasına geçip gittiğini gördüm. Cenaze namazı Hükümet Camii'nde kılındıktan sonra arabalara binildi, babamın naaşı yine eller üzerinde Türbe Tepesi'ne götürüldü, kendi seçtiği yere gömüldü.”
Bir gazetecilik klasiğidir, “Ardından ne dediler?” bölümü… 83 yıllık ömrüne 6 roman, 12 öykü, 9 deneme, 7 çocuk kitabı, İngilizce 5 turizm-tanıtım kitabı, 2 roman çevirisi ve 10-15 bin sayfa çeşitli çevriler sığdıran Balıkçı için kimileri yaşarken, kimileri ölümünden sonra neler demiş bir bakalım dilerseniz:
- Anadolu gibi Yurdun, Balıkçı gibi dostun olsun… Azra ERHAT
- Ne mutlu Balıkçı’ya ki Anadolu’su; ne mutlu Anadolu’ya ki Balıkçısı var… Şadan GÖKOVALI
- Halikarnas Balıkçısı’nı okuyalı beri bende adet oldu: Her denizli kasaba için, içine deniz fenerlerinin, fener bekçilerinin, fukara ama namuslu balıkçıların karıştıkları hikayeler düzüyorum… Atilla İLHAN
- Bir kaç bin yıl önceden çağımıza kadar dev adımlarıyla gelmiş sandırıyor kendini insana… Orhan KEMAL
- Bizden Nobel’e aday düşünülünce, Halikarnas Balıkçısı ilk geliyor aklıma… Yaşar KEMAL
- Bence Cevat Şakir, gün geçtikçe önemi daha iyi anlaşılacak az bulunur yazarlardan biridir. Sabahattin Kudret AKSAL
-Bir yaşama ustasıydın / Eyy oğlu ırmakların, uğuldayan ormanların… İlhan BERK
- Cevat Şakir büyük şairdir… Hiç birimiz onun ayarında klasik manasıyla lirik anlayışla şair olamadık… Nazım HİKMET
Yaz yaz bitmiyor… Kolay değil, Halikarnas Balıkçısı bu. Ama söz uzadı. Daha fazla sıkmadan, Balıkçı’nın gerçek dostlarından, yani sahici bir balıkçıdan, Hasan Erdoğan Kaptan’dan bir anıyla noktayı koyalım:
“Fakir balıkçıları korumaya çalışırdı. Recep, Mustafa, Ali’nin ailelerine gizlice geçimlikler gönderirdi. Şimdi çok üzülüyorum... Neden dersen, ‘Sürgün’ dediler, ‘Sakıncalı’ dediler, ondan bizi kaçırdılar. Ahh bey! Ektiklerini yolduk, diktiklerini söktük. Onu geç anladık ama çok sevdik, çok. İtilip kakıldığımız yıllarda ekmeğimizi, unumuzu çaldılar. Ona gittik. ‘Tek yol Ankara.
Çekin Atatürk’e bir tel’ dedi. Biz kim, tel çekmek kim. Gene ona geldik, durumu anlattık. Yazdı, teli çektirdi. Aradan bir hafta geçti. Kaymakam topladı bizi. Cevat Bey’e çok kızmış. Suça itermiş, huzuru kaçırırmış, bilmem ne yaparmış. Bağırdı, çağırdı, sonra da Cevat Bey’e, ‘Seni ayaklarımın altında ezerim’ dedi. Sakin duran Balıkçı birden dikleşti. ‘Bre beni İstanbul’da koca koca tramvaylar çığnayamadı. Şimdi burada bir eşek mi çığnayacak?’ dedi. Çarptı kapıyı, çıktı,
gitti. Arkasından biz de çıktık... Bodrum’u terk ettiğinde sanki öksüz kalmıştık bey…”