ANZAK ÖMER
Bugün 18.Mart.2012. Çanakkale Deniz Zaferi'nin 97.yıldönümü .Bu savaşta yaşanmış birçok olay anlatılmaktadır; ben de o savaşı yaşamış Avusturalyalı bir askerin hikayesini bu sayfaya taşımak istedim. "Çanakkale Türküsü" eşliğinde okumak isterseniz sayfa sonunda bulabilirsiniz. İyi Pazarlar :)
1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’den mezun olup ihtisas yapmak üzere
ABD’ ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede başından geçen çok
enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:“Amerika’ya gittiğim ilk yıllar (1957)
lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork’da Medical Center Hospital adlı bir
hastanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak,
elektrokardiyografi çekmek gibi işler. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni
doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer
zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam.
Tahminen yetmiş beş yaşlarında. Tabii kendisi ile İngilizce konuşuyorum. Kan
vereceğim kolunuzu açar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde
üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki. Pazusunu açtım. Baktım
pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine
sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz?Kaşlarını yukarıya kaldırarak “Hayır”
manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum:“Peki bu kolunuzdaki Türk
bayrağı nedir?”“Aldırma işte öylesine bir şey” dedi. Ben yine ısrarla dedim
ki:“Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim
milletimin bayrağı, benim bayrağım.”Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin
yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:“Siz Türk müsünüz?”“Evet
Türk’üm...”İhtiyar, gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya
başladı:“Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var
Türkiye’de. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker
topluyorlardı. Ben Anzak’tım Avustralya Anzaklarından. İngilizler bizi toplayıp
dediler ki:“Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Büün dünya o
barbarlara karşı cephe açmış durumda, birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş
çok önemlidir.” Biz de inandık sözlerine, vaatlerine savaşmak isteyenler arasına
katıldık.Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu.“Bizim beynimizi
yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye
sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler o zaman. Mısır’da
şöyle böyle birkaç ay talim gördük, atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp
Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize
düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler
geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman. Her taaruzunda bizden de Türklerden de
yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki
gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok
üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve
kuvveti veren şey neydi? İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan
böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden
kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz
edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar
püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan
yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.”Meraktan ağzım açık yaşlı
Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına
rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:“Gözlerimi açtığımda kendimin
yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler
bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya. Ama dikkat ettim.
Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu
defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki
onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram
ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: “bu adamlar isteseler
şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar. Ve yahut isteseler önceden
öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere
misafir gibi davranıyorlar.” Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. “Böyle
asil insanlarla niye ben savaşıyorum ben. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz
milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış” diyerek pişman oldum. Ama bu
pişmanlığım fayda etmiyor ki. Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum
günlerce. nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette
Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını
yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.”Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara
bakarken o devam etti:“Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken
yaralarıma iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de
Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk.
Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le
karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok
merhametli nisanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar. Buna bütün kalbimle
inanıyorum.”Peşinden nemli gözlerle;“Bana adınızı söyler misiniz?”
dedi.“Ömer” cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:“Peki niçin Ömer
ismini vermişler sana?”“Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham
alarak bana Ömer adını vermiş.”“Yahu senin adın müslüman adı mı?” Ben;“Evet,
Müslüman adı” deyine yüzüne baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak
istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp
yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi
ki:“Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi.
Şimdiden sonra “Anzak Ömer” olsun. Olsun Peki doktor beni müslüman eder misin?
Müslüman olmak zor mu?”Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar
vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle
konuşmadığı için, soramadığı için konuşamıyormuş. “Tabii” dedim “müslüman olmak
çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti.
Hem kelime-i şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir
yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de
bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet’e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu
yaşlı gönlü duygulanmıştı. Mırılandı:“Siz müslümanlar tesbih çekersiniz bana da
bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah’ımı
ansam olur mu?”bu sözdende anladım ki dedelerimiz savaş esnasında
Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse
uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih
çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyordu. Fakat benim için o daha
bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir
şekilde rica etti.“Beni yalnız bırakma olur mu?”“Ne gibi Ömer amca?”“Ara sıra
gel de bana İslamiyeti anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri
duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim
kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti
tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum.“Doktor
Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!”Dedim ki içimden “Bizim Ömer amca galiba
yolcu?” hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda görüğüm manzara aynen şöyleydi:
Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde
imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum.
Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh
etti.Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk
milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. “Ne yalan
söyleyeyim, ağladım.”